Neler yeni

Welcome to Cidar - Hak Yolunda... Hak üzere...

Forumumuza hoş geldiniz, burada birçok faydalı içerik ve aktif bir topluluk sizi bekliyor, ancak tüm özelliklerden yararlanabilmek ve paylaşımlara katılabilmek için kayıt olmanız gerekmektedir.

Gençliğin Yalnızlık ve Değersizlik Hissi ile İmtihanı

Admin

Yönetici
Katılım
19 Şub 2025
Mesajlar
208
Tepkime puanı
0
Puanları
16

Son zamanlarda gençlik “yalnızlık” ve “değersizlik” hissiyle imtihan oluyor. Bu duyguların kendilerini psikolojik sıkıntılara dûçâr ediyor. Mü’min bir genç bu durumlara düşmemek adına nasıl hareket etmeli? Nelere dikkat etmelidir?​

Rabbimiz âyet-i kerîmelerde şöyle buyuruyor:

“…Nerede olursanız olun, O (Allah) sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)

“…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16)

Dolayısıyla bir müslüman, Cenâb-ı Hakk’ın dâimâ kendisiyle beraber olduğu hakîkatini hiçbir zaman unutmayacak. Hayatını bu idrâk ile yaşayacak.

Hadîs-i şerîfte de şöyle buyruluyor:

“Îmânın en üstün mertebesi, nerede olursan ol, Allâh’ın seninle beraber olduğunu bilmendir.” (Heysemî, I, 60)

Çok mânidar bir kıssa vardır:

İçlerinde Şeyh Şiblî Hazretleri’nin de bulunduğu bir cemaate, kürsüdeki vâiz efendi âhiret ahvâlini anlatmaktadır. Cenâb-ı Hakk’ın âhirette soracağı suallerden bahsederek:

“–İlmini nerede kullandın, sorulacak!

Malını-mülkünü nereden kazanıp nereye harcadın, sorulacak!

Ömrünü nasıl geçirdin, sorulacak!

İbadetlerin ne durumda, sorulacak!

Harama-helâle dikkat ettin mi, sorulacak!..”

Bunların ardından; “Şunlar şunlar da sorulacak!..” diye, hepsi de son derece mühim olan pek çok husus saymış. Fakat bir türlü meselenin özüne dikkat çekmemiş. Bunun üzerine Şiblî Hazretleri yumuşak bir üslûpla vâize şöyle seslenmiş:

“–Vâiz efendi! Suallerin en mühimlerinden birini unuttunuz! Allah Teâlâ kısaca şunu soracak:

«Ey kulum! Ben seninleydim, sana şah damarından daha yakındım; sen kiminleydin?!»”

Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıkça, kalpte bambaşka ufuklar açılır ve bunun neticesinde de gönülde müstesnâ bir huzur ve sekînet hâli meydana gelir. Bu hâlin zirvesinde ise şüphesiz ki peygamberler ve evliyâullah vardır.

Meselâ Mevlânâ Hazretleri Selçuklu Medresesiʼnin dersiâmı olduğu zamanki hâli için, yani zihnen ilimle mücehhez olduğu devre için “hamdım” ifadesini kullanıyor. Kalbi kıvam kazandığında, yani zihnî bilgileri kalben hazmedip mârifetullahta mesafeler almaya başladığı devrede ise, “piştim” ve “yandım” diyor.

Rabbimiz, insanı dostluk ve yakınlığına dâvet ediyor. Kul, Cenâb-ı Hak ile dost olup Oʼna yakınlıkta mesafe aldıkça, yalnızlığı da son bulur. Cenâb-ı Hak ile kalbî beraberliği temin eden kimse, dünyada tek başına kalsa bile yalnızlık duymaz. Kudsî hadiste buyrulduğu üzere Cenâb-ı Hak onun gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olur.[1] Bunun aksine, kalbi Cenâb-ı Hakʼtan gâfil bir insan kalabalıklar içinde bile olsa, rûhen yalnız demektir. Zira âyet-i kerîmede;

“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâh’ı anmakla huzur bulur.” (er-Raʻd, 28) buyrulduğu üzere, rûhun huzuru da Cenâb-ı Hakʼla beraberliktedir.

Şöyle bir misal vereyim. Etrafımızda sayısız radyo frekansı olmasına rağmen biz onları görüp duyamıyoruz. Nasıl ki onları dinleyebilmek için bir radyo alıcısına ihtiyaç duyuyorsak, Rabbimiz’in nîmetlerini gerçek mânâda idrâk edip tefekküründe derinleşebilmek de îmanla mümkün oluyor. Zira ruh, ayarını îmân ile buluyor. İnsan, ilâhî muhabbetle genç, dinç ve zinde kalıyor.

Peki insan nasıl Cenâb-ı Hakk’ın yakınlığına nâil olacak?

Geçtiğimiz ay, Rabbimiz’in lûtfuyla Ramazân-ı Şerîf’i idrâk ettik. Rabbimiz âfiyet içerisinde tekrar erişebilmeyi lûtf u keremiyle ihsan buyursun.

Rabbimiz Ramazan’da mü’minleri âdeta mânevî bir eğitime almıştı ve bu eğitimin en mühim derslerinden biri de Kur’ân-ı Kerîm idi. Rabbimiz Kur’ân’ın mü’minler için “şifâ ve rahmet[2] olduğunu bildiriyor.

Müʼmin, Kur’ân ile ülfetini ne kadar artırırsa, onu şifa niyetiyle ve huşû hâlinde ne kadar okuyabilirse, Kur’ân o nisbette sadra şifa, rûha gıda oluyor, insanın yalnızlığını gideriyor.

Bir diğer husus namaz. Cenâb-ı Hak, her gün günde beş defa kulunu huzuruna davet ediyor. “…Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) buyuruyor. Bir kimse, sevdiğini dâvet eder. Bütün kâinâtın sahibi ve hâkimi olan Allah, kuluna değer vermese, huzuruna dâvet eder mi?

Bu hakîkat dolayısıyla Mevlânâ Hazretleri şöyle buyuruyor:

“Madem ki Cenâb-ı Hak seni istiyor, başını ayak yap da koş!”

Âyet-i kerîmede şöyle buyruluyor:

“Ey îmân edenler! Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin…” (el-Bakara, 153)

Eskiden bir düşman saldırısı olduğunda, halk sağlam kalelere sığınırdı. Namaz da bizim için günahların tasallutuna, nefs ve şeytanın hücumlarına karşı Rabbimiz’in muhafazasına sığınma vesîlesidir.

Bir kişi Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’ne gelip:

“–Bana öyle bir şey öğret ki, kurtuluşuma vesîle olsun!” dediğinde, Hazret ona şu nasihatte bulunuyor:

“–Şu iki cümleyi aklında tut, ilim olarak bunu bilmen sana kâfîdir:

  1. Hak Teâlâ sana şah damarından daha yakındır, her şeyi bilir ve görür. (O hâlde kendini dâimâ ilâhî gözetim altında bil! Kendini başıboş, sahipsiz ve yalnız hissetme!)
  2. Allah Teâlâ’nın senin ameline ihtiyacı yoktur. (Aksine senin O’na muhtaç olduğunun idrâki içinde, şükür duygularıyla sâlih ameller işlemeye bak!)”
Asr-ı saâdette, zâlim müşriklerin zulmüne uğrayan, işkencelerine mâruz kalan fakir, garip, zayıf pek çok sahâbî vardı. Fakat stresli, bunalımlı, kendini yalnız ve değersiz hisseden kimse yoktu. Zira ashâbın vecd ve istiğrak içinde kıldıkları namazlar, yorgun gönülleri için âdeta mânevî bir rehabilite vesîlesi oluyordu. Onlar, her türlü sıkıntı karşısında, secdelerle Rabbine ilticâ ediyorlardı. “Ben sahipsiz değilim, benim her şeye kâdir olan bir Rabbim var!” diyerek Allâhʼa sığınıyorlardı. Her türlü sıkıntılarına tesellîyi Cenâb-ı Hak’ta buluyorlardı…

Velhâsıl namazı ikāme eden, yani onu hakkını vererek kılan bir toplum; bedenen de rûhen de sıhhatli olur.

Yine duâya sarılmak da insanın içine düştüğü değersizlik ve yalnızlık hislerinden kurtulmasında kişiye yardımcı olur. Çünkü duâ, en büyük güce sığınmaktır. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyruluyor:

(Ey Rasûlüm!) Kullarım Sana, Benʼi sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana duâ ettiği vakit, duâ edenin dileğine karşılık veririm. O hâlde (kullarım da) Ben’im dâvetime uysunlar ve Bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.” (el-Bakara, 186)

“Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana duâ edin, kabûl edeyim. Çünkü Bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar, aşağılanarak Cehennemʼe gireceklerdir.” (el-Müʼmin, 60)

Teklik, yalnızlık, Allâhʼa mahsustur. Bu sebeple müʼmin, içtimâîleşecek. Cemaatle namaz, Cuma namazları hep bunun bir teşviki mâhiyetinde aslında.

Dolayısıyla müʼmin de, sâlih dostlar edinecek. Fakat çevresinde böyle insanlar yoksa, yalnız kalmayayım diye fâsıklarla da dostluk kurmayacak. Zira hadîs-i şerîfte;

“Yalnızlık, kötü arkadaştan hayırlıdır; sâlih bir arkadaş ise yalnızlıktan daha iyidir…” buyruluyor. (Hâkim, III, 343)

Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Kişi arkadaşının dîni üzeredir. Öyleyse her biriniz kiminle arkadaşlık ettiğine dikkat etsin!” îkâzında bulunuyor. (Tirmizî, Zühd, 45)

Son olarak bu kardeşlerimize Allah yolunda hizmeti tavsiye ederiz. Namaz ve orucun bir vakti var, fakat hizmetin bir vakti yok! Rabbimiz âyette;

“…Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluğa devâm et!” (el-Hicr, 99) buyuruyor. Yani İslâm, hayatın bütün muhtevâsında son nefese kadar yaşanacak. Kul, “Ben şu kadar hizmet ettim, bana kâfi!” diyerek şeytanın vesvesesine aldanmayacak.

Şunu da unutmayalım ki Cenâb-ı Hak, hizmete büyük bir sır koymuştur. Allâh’a kulluk etmek için yaratılan insana hizmet, bir nevî Allâh’a kulluk makamındadır. Allah Teâlâ, dînine hizmet eden ve kullarının sıkıntılarıyla meşgul olan kimselerin şahsî sıkıntılarına kefil olur. Bütün meşgûliyeti şahsî menfaatinden ve kendi derdinden ibâret olanları ise dertleriyle baş başa bırakır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:

“…Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir müslümandan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini giderir…” (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58)

Abdullah bin Abbâs -radıyallâhu anhumâ-, bir gün Peygamber Efendimiz’in mescidinde îtikâfta iken bir kişi yanına gelerek selâm verdi ve oturdu. İbn-i Abbâs Hazretleri:

“–Kardeşim, seni kederli ve mahzun görüyorum.” dedi. Sonra da konuşmaları şöyle devam etti:

“–Evet, ey Rasûlullâh’ın amcaoğlu, kederliyim! Falan şahsın benim üzerimde hakkı var. Fakat şu kabrin sahibi (Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-) hakkı için söylüyorum ki borcumu ödeyemiyorum.”

“–Senin için onunla konuşayım mı?”

“–İstersen konuş.”

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ- ayakkabılarını giyerek mescidden çıktı. Kederli şahıs ona:

“–Îtikâfta olduğunu unuttun mu, niçin mescidden çıktın?” diye seslendi.

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ- şu cevâbı verdi:

“–Hayır! Ben, şu kabirde yatan ve henüz aramızdan yeni ayrılmış olan muhterem zâttan işittim ki, (bunları söylerken gözlerinden yaşlar akıyordu):

«Her kim, din kardeşinin bir ihtiyacını karşılamak için gayret eder ve o işi görürse, bu kendisi için on yıl îtikâfta kalmaktan daha hayırlıdır.

Hâlbuki bir kimse Allah rızâsı için bir gün îtikâfa girse, Cenâb-ı Hak o kimse ile cehennem arasında üç hendek yaratır ki, her bir hendeğin arası, doğu ile batı arası kadar uzaktır.»
” (Beyhakî, Şuab, III, 424-425)

Şeyh Sâdî de şöyle der:

“Dertlerinden kurtulmak istiyorsan, dertlilerin derdine merhem ol…”

Velhâsıl bir mü’min, nefs ve şeytanın hile ve desiselerine kanarak yalnızlık ve değersizlik hissine kapıldığında Kur’ân’a daha çok sarılıp, namaz ile Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmelidir. Kendisini, rızâsına medâr olacak sâlih amellere muvaffak kılması için Allâh’a yakarmalıdır. Rabbimiz, kendisine samimiyetle duâ eden kulunu mahrum bırakmaz. Takvâ üzere yaşayıp takdîr-i ilâhîye tevekkül ve teslîmiyet gösteren kuluna mutlaka bir çıkış yolu ihsân eder.[3]

Rabbimiz; zikrinin feyz ve rûhâniyetiyle kalplerimizi huzura kavuştursun. Hamd, şükür ve rızâ hâlini gönüllerimizin tükenmez hazinesi eylesin. Âmîn!..

Dipnotlar:


Bkz. Buhârî, Rikāk, 38.

Bkz. el-İsrâ, 82.

Bkz. et-Talâk, 2.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Genç Dergisi, Yıl: 2025 Ay: Nisan Sayı: 223
 
Üst Alt