Admin
Yönetici
- Katılım
- 19 Şub 2025
- Mesajlar
- 180
- Tepkime puanı
- 0
- Puanları
- 16
1- وَالنَّجْمِ إِذَا هَوَى “Battığı zaman yıldıza andolsun ki.”
“Necm”den murat, yıldız cinsidir veya Süreyya yıldızıdır. Çünkü yıldız denildiğinde genelde Süreyya yıldızı hatıra gelir.
Ayette anlatılan,
-Yıldızın batması,
-Veya kıyamet gününde yıldızların saçılması,
-Veya doğmasıdır.
Veya “Necm” kelimesiyle Kur’anın bölümlerinden bir bölümü de anlaşılabilir. Bu durumda ayete,
“İndiği zaman Kur’anın bölümlerine yemin ederim” manası verilir.
Veya “Necm” kelimesi bitki anlamına da gelir. Bu durumda, bitkinin toprağa düşmesi veya neşv ü nema bulup yükselmesine yemin edilmiş olur.
2- مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى “Arkadaşınız yoldan sapmadı, batıl bir şeye inanmadı.”
Sahibiniz, (arkadaşınız) Muhammed doğru yoldan sapmadı ve batıl bir şeye de inanmadı.
Hitap, Kureyşedir.
Ayetten murat, Hz. Peygambere nisbet ettikleri menfi durumları reddetmektir.
3- وَمَا يَنطِقُ عَنِ الْهَوَى “O, hevâdan konuşmaz.”
Onun Kur’anla ilgili söylediği şeyler kendi hevâ’sından değildir.
4- إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى “O, ancak kendisine bildirilen bir vahiydir.”
O Kur’an, veya Peygamberin söyledikleri ancak Allahın kendisine bildirdiği bir vahiydir.
Hz. Peygamber için içtihad yapmayı caiz görmeyenler bu ayetle de delil getirdiler. Buna, “içtihad etmesi vahyedildiğinde, O’nun içtihadı ve dayandığı şey bir vahiy olur” şeklinde cevap verildi. Bu yorumda tam bir isabet yoktur. Çünkü o zaman bu vahiyle olur, vahiy olmaz.
5- عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى “(Kur’an’ı) ona, “şedîdü’l-kuva” (üstün güçlere
sahip olan) öğretti.”
Bundan murat Hz. Cebraildir. Çünkü Hz. Cebrail mu’cizelerin gösterilmesinde vasıtadır.
Rivayete göre O, Hz. Lût’un kavminin beldelerini yerden göğe kaldırıp, sonra tersyüz ederek aşağıya bıraktı. Ayrıca Semud kavmine bir sayha ile haykırdığında hepsi çökmüş vaziyette ölüp gittiler.
6- ذُو مِرَّةٍ “O, akıl ve görüşünde kuvvetlidir.”
O, akıl ve görüşünde kemâldedir.
فَاسْتَوَى “Derken doğruldu.”
Allahın yaratmış olduğu aslî sureti üzerine doğruldu.
Denildi ki: Hz. Peygamber dışında hiçbir peygamber O’nu aslî sureti üzere göremedi. O da iki defa gördü. Bir kere semada, bir kere de arzda.
7- وَهُوَ بِالْأُفُقِ الْأَعْلَى “O, en yüksek ufukta idi.” Zamir, Hz. Cebraile racidir.
8- ثُمَّ دَنَا “Sonra yaklaştı.”
Sonra Hz. Peygambere yaklaştı.
فَتَدَلَّى “Derken tedelli etti.”
Ayet, Hz. Cebrailin Hz. Peygamberle beraber yükselmesini (miracını) temsildir.
Denildi ki: Sonra Cebrail sema ufkundan sarktı, Hz. Peygambere yaklaştı.
Bu yoruma göre, Hz. Cebrail mahallinden ayrılmadan Hz. Peygamber yükselmiş olur, bu da O’nun kuvvetinin şiddetini anlatır. Çünkü tedellî, meyvenin sarkması tarzında bir şeye tutulu vaziyette salıverilmektir.
9- فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى “Onunla arasındaki mesafe, iki yay kadar veya daha az kaldı.”
Bundan murat, beraber olma melekesini temsildir ve duymayı zorlaştıran uzaklığın nefyi ile kendisine vahyedileni duyduğunun tahkîkidir.
Ayetteki zamir Cebraile râcidir.
Veya Hz. Peygamberle O’nun arasındaki mesafedir.
“Veya daha az...”
Veya “sizin takdirinize göre daha az” manasını ifade eder. Bunun bir benzeri “O içkide ne sersemletme vardır ne de onunla sarhoş olurlar.” (Saffat, 147) ayetidir.[1>
10- فَأَوْحَى إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى “Böylece kuluna vahyettiğini vahyetti.”
Hz. Cebrail, Allahın kulu olan Hz. Peygambere vahyettiğini vahyetti.
Ayette Hz. Peygamberin ismen açıktan söylenmemesi, malum olmasından dolayıdır.
“Vahyettiğini vahyetti” derken vahyedilen şeyin azametini bildirmek vardır.
Şöyle de mana verilebilir:
“Hz. Cebrail, Allahın kendisine vahyettiğini Hz. Peygambere vahyetti.”
Denildi ki: Cebraile ait olduğu açıklanan bütün zamirler Allaha râci’dir.
Şöyle ki:
“Şedidü’l-kuva” ifadesi, “Şüphesiz Allah rızık verendir, güçlüdür, çok kuvvetlidir.” (Zâriyât, 58) ayetinde olduğu gibi düşünülebilir.
Peygambere yaklaşması, O’nun konumunu yükseltmesiyledir. Tedellisi ise, O’nu her şeyiyle Mukaddes Zâtına cezp etmesidir.
11- مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَى “Kalp, gördüğünü yalanlamadı.”
Hz. Peygamberin kalbi, gözünün gördüğünü yalanlamadı.
Bundan murat Hz. Cebrailin sureti olabilir veya Allahu Teâlâyı görmesidir. Yani, Hz. Peygamberin gözü, kendisine hikâye edileni yalanlamadı. Çünkü kudsî işler önce kalp ile idrak edilir, sonra kalpten göze intikal eder.
Veya şöyle denilebilir: Onun kalbi, gördüğü şeyler için “ben seni bilmedim” demedi. Şayet bunu deseydi yalan söylemiş olurdu. Çünkü onu gözüyle gördüğü gibi, kalbiyle de tanımıştı.
Veya mana şöyle olabilir: Kalbiyle gördüğünü gerçekten gördü. Yani, gördüğü aldatıcı bir hayal değildi.
Şu rivayet de bu manaya delâlet eder: Hz. Peygambere “Rabbini gördün mü?” diye sual edildi. “Onu kalbimle gördüm” diye cevap verdi.
12- أَفَتُمَارُونَهُ عَلَى مَا يَرَى “Onun gördükleri hakkında şimdi siz onunla mücadele mi ediyorsunuz?”
13- وَلَقَدْ رَآهُ نَزْلَةً أُخْرَى “Andolsun onu bir başka inişte de görmüştü.”
Peygamber onu bir başka inişte de görmüştü. Bu görme de, inme ve yaklaşma şeklindeydi.
Ayette söz edilen durum, görülen (Cebrail) hakkındadır.
Denildi ki: Ayetin manası şöyle de olabilir: Peygamber O’nu bir başka defa inerken gördü.[2>
14- عِندَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهَى “Sidretü’l- Müntehâ’nın yanında.”
Sidretü’l-Münteha, mahlûkatın amel ve ilimlerinin nihayet bulduğu yerdir.
Veya Sidretü’l-münteha, fevkindekinin inmediği, altında olanın da çıkmadığı bir makamdır. Buna sidre denilmesi, bir benzetmedir. Çünkü insanlar onun gölgesinde toplanırlar.
Merfu olarak rivayet edildiğine göre, sidretü’l-münteha yedinci semadadır.
15- عِندَهَا جَنَّةُ الْمَأْوَى “Cennetü’l- Me’vâ onun yanındadır.”
Müttakiler veya şehitlerin ruhları bu cennette bulunurlar.
16- إِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشَى “O zaman Sidre’yi bürüyen bürümüştü.”
Bu ifadede, Sidreyi bürüyen şeyin azameti ve çokluğu nazara verilmektedir. Öyle ki bunu tavsîf edebilmek, ifade edebilmek, künhüne vakıf olabilmek mümkün değildir.
Denildi ki: Sidreyi bürüyenler, sayısı bilinemeyecek kadar çok meleklerdi. Orada Allaha ibadet ediyorlardı.
17- مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى “Göz şaşmadı ve sınırı aşmadı.”
Hz. Peygamberin gözü, gördüğü şeylerden kaymadı ve gördüklerinden kamaşmadı.
Bilakis sahih olarak yakînî bir şekilde bunları kabullendi.
Veya şöyle denilebilir:
Görmekle emrolunduğu hayret verici şeylerden gözü sapmadı ve onları aşmadı.
18- لَقَدْ رَأَى مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى “Andolsun O, Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.” Vallahi O, mi’raç gecesinde Rabbinin mülk ve melekut âlemlerindeki hayret verici nice büyük ayetlerini gördü.
Denildi ki: Bu ayet, “kalp gördüğünü yalanlamadı” (Necm,11) ayetinde kastedileni anlatmaktadır.
1ّ9- أَفَرَأَيْتُمُ اللَّاتَ وَالْعُزَّى “Şimdi siz de gördünüz değil mi o Lât ve Uzza’yı?”
Bunlar, onların putlarıydı. Lât, Taifte Sakif kabilesinin veya Nahle’de Kureyş kabilesinin putu idi. Bunun etrafında tavaf yaparlardı.
Uzza, Gatafanlıların ağaçtan putu idi, ona taparlardı. Hz. Peygamber Halid Bin Velid’i görevli olarak gönderdi, o da bu putu parça parça etti. Uzza, eazz (çok aziz) kelimesinin müennes şeklidir.
20- وَمَنَاةَ الثَّالِثَةَ الْأُخْرَى “Ve diğer üçüncü olan Menat’ı?”
Menât, Hüzeyl ve Huzaa veya Sakîf kabilesinin kayadan yapılmış putu idi. Kurbanlarını bu putun yanında keserlerdi. Ayrıca, bunu şefaatçi yaparak yağmur talebinde bulunurlardı.
21- أَلَكُمُ الذَّكَرُ وَلَهُ الْأُنثَى “Erkek size de, dişi O’na mı?”
Onlar “melekler Allahın kızlarıdır” diyorlardı. Ayet, onların bu iftiralarını reddeder.
Putları da, meleklerin heykelleri olarak değerlendiriyorlardı.
22- تِلْكَ إِذًا قِسْمَةٌ ضِيزَى “Öyle ise bu çok insafsızca bir taksim.”
Kendi istemediğinizi Allaha vermekle insafsızca bir taksim yapıyorsunuz.
23- إِنْ هِيَ إِلَّا أَسْمَاء سَمَّيْتُمُوهَا أَنتُمْ وَآبَاؤُكُم “Onlar ancak sizin ve atalarınızın (ilâh edindiğiniz şeylere) taktığınız isimlerdir.”
O putlar, uluhiyet noktasında kendilerine “ilâh” ünvanı verdiğiniz bir
kısım isimlerden ibarettir. Çünkü, onlarda uluhiyetten hiçbir pay olmadığı hâlde “bunlar ilahlardır” diyorlardı.
Veya zamir, bu putların sıfatlarıyla ilgili olabilir. Yani “ilahtırlar, dişidirler, bize şefaatçidirler” gibi sıfatlarla bunları yad ediyorsunuz.
Veya ayet biraz önce bahsi geçen Lât-Uzza ve Menat’ın durumunu anlatmaktadır. Çünkü onlar Lât’ı ibadet edilmeye layık görüyorlardı. Menat’ta kestikleri kurbanların kendilerini Allaha yaklaştıracağına inanıyorlardı.
Bunlar gerçekte ilâh olmadıkları hâlde, siz ve ecdadınız kendi hevânızdan bunlara “ilahlar” dediniz.
مَّا أَنزَلَ اللَّهُ بِهَا مِن سُلْطَانٍ “Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir.”
Allah, bunların ilah olmalarıyla alâkalı herhangi bir delil indirmedi.
إِن يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَمَا تَهْوَى الْأَنفُسُ “Onlar (putperestler) yalnız zanna ve nefislerin hevâsına tâbi oluyorlar.”Onlar ancak taklid ile ve batıl bir tevehhüm ile kendilerini hak üzere zannediyorlar.Bir de nefislerinin arzusuna uyarak böyle söylüyorlar.
وَلَقَدْ جَاءهُم مِّن رَّبِّهِمُ الْهُدَى “Andolsun ki, kendilerine Rablerinden yol gösterici gelmiştir.”
Hâlbuki onların Rabbinden kendilerine bir hidayet, yani peygamber veya kitap gelmişti, ama onu terk ettiler.
2ّ4- أَمْ لِلْإِنسَانِ مَا تَمَنَّى “Yoksa insan için temenni ettiği mi var?”
Yani, insan için temenni ettiği yoktur. Temenni ettikleri şeyler, arzularına göre olmaz.
Bundan murat, onların
-Putları şefaatçi görmelerini,
-“Andolsun, Rabbime döndürülürsem, şüphesiz O’nun yanında benim için en güzeli vardır.” (Fussılet, 50) ve “Bu Kur’an, iki şehrin birinden bir büyük adama indirilseydi ya!” (Zuhruf, 31) gibi beklentilerini reddetmektir.
2ّ5- فَلِلَّهِ الْآخِرَةُ وَالْأُولَى “Oysa, ahiret de dünya da Allah’ındır.”
Dünya ve ahiretten dilediğini, dilediği kimseye verir. Hiç kimsenin dünya veya ahiretle ilgili bir şeyde Allaha –haşa- tahakküm etmesi söz konusu olamaz.
26- وَكَم مِّن مَّلَكٍ فِي السَّمَاوَاتِ لَا تُغْنِي شَفَاعَتُهُمْ شَيْئًا “Göklerde nice melek vardır ki, onların şefaati bir fayda vermez.”
إِلَّا مِن بَعْدِ أَن يَأْذَنَ اللَّهُ لِمَن يَشَاء وَيَرْضَى “Ancak Allah’ın dilediği ve razı olduğuna izin vermesinden sonra (fayda verir).”
Allahın izin verdiği ve şefaate ehil gördüğü melekler dışında, hiçbir melek hiçbir insana şefaatçi olamaz. Dolayısı ile, melekler bile ancak özel izin ve rıza ile şefaatçi olabilirken, putlar kendilerine ibadet edenlere nasıl şefaatçi olsunlar?
27- إِنَّ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ لَيُسَمُّونَ الْمَلَائِكَةَ تَسْمِيَةَ الْأُنثَى “Şüphesiz ahirete iman etmeyenler, meleklere dişi isimleri veriyorlar.”
28- وَمَا لَهُم بِهِ مِنْ عِلْمٍ “Hâlbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur.”
إِن يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ “Onlar ancak zanna uyuyorlar.”
وَإِنَّ الظَّنَّ لَا يُغْنِي مِنَ الْحَقِّ شَيْئًا “Zan ise, şüphesiz hakikat namına hiçbir şey ifade etmez.”
Çünkü bir şeyin hakikati olan hak, ancak ilimle idrak edilir. Gerçek bilgide zanna asla itibar edilmez. Zanna sadece amelî (uygulamalı) hususlarda ve gerçek bilgiye ulaşmaya vesile olduğunda itibar edilir.
29- فَأَعْرِضْ عَن مَّن تَوَلَّى عَن ذِكْرِنَا وَلَمْ يُرِدْ إِلَّا الْحَيَاةَ الدُّنْيَا “Öyle ise zikrimizden yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimselerden yüz çevir.”
Böylesini hakka davetten ve kendisiyle ilgilenmekten yüz çevir.
Çünkü:
-Allahtan gafil olan,
-Onu anmaktan yüz çeviren,
-Bütün himmeti ve imkânlarıyla dünyaya yönelen kimseyi hakka davet etmek, ancak inadını ve batılda ısrarını artırır.
30- ذَلِكَ مَبْلَغُهُم مِّنَ الْعِلْمِ “İşte bu, onların ilimden ulaşabildikleridir!”
Onların ilmi, dünyadan ileri gitmez.
Bu cümle, onların her şeyleriyle dünyaya daldıklarını bildiren bir ara cümledir.
إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَن ضَلَّ عَن سَبِيلِهِ “Şüphesiz Rabbin, yolundan sapanı en iyi bilendir.”
وَهُوَ أَعْلَمُ بِمَنِ اهْتَدَى “Ve O, hidayete ereni de en iyi bilendir.”
Onlardan yüz çevirmekle ilgili emrin illetini bildirir. Yani, icabet edecek olanı ve icabet etmeyecek olanı ancak Allah bilir. Öyleyse onları davette kendini yorma. Çünkü Sana düşen ancak tebliğdir, zâten onu da ifa ettin.
[1>Yani, buradaki “veya” ifadesi tereddüt için olmayıp “isterseniz siz buna yüz bin deyin, isterseniz de daha fazlasını söyleyin” anlamındadır. Benzeri bir durum “iki yay kadar, yahut daha az” ifadesinde vardır.
[2> Yani, mi’raç dönüşünde gördü. Cebrail aşağıda, peygamber yukarıda idi.
3ِِ1- وَلِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır.”
Göklerde ve yerde ne varsa, yaratma ve yönetme olarak Allaha aittir.[1>
لِيَجْزِيَ الَّذِينَ أَسَاؤُوا بِمَا عَمِلُوا وَيَجْزِيَ الَّذِينَ أَحْسَنُوا بِالْحُسْنَى “O, kötülük yapanları yaptıkları ile cezalandıracak, güzel davrananları da en güzeliyle mükafatlandıracaktır.”
Yani Allah âlemi yarattı, onu insanların amellerinin karşılığının verileceği şekilde tanzim etti.
“Güzel davrananları da en güzeliyle mükâfatlandırması”ndan murat,
-Onların cennetle mükafatlandırılmalarıdır.
-Veya amellerinin en güzeliyle karşılık görmeleridir.
-Veya en güzel amelleri sebebiyle ödüllendirilmeleridir.
32- الَّذِينَ يَجْتَنِبُونَ كَبَائِرَ الْإِثْمِ وَالْفَوَاحِشَ إِلَّا اللَّمَمَ إِنَّ “Onlar, ufak kusurları dışında, büyük günahlardan ve çirkin işlerden uzak duran kimselerdir.”
Onlar, cezası büyük olan kebaîrden (büyük günahlardan) kaçınırlar.
Kebâir, kendisi hakkında vaîd (sakındırma) bulunan günahlara verilen isimdir.
Denildi ki: Kebâir, kendisine had cezası terettüp eden günahlara denilir.
Fevahiş ise, büyük günahlardan özellikle çirkin olanlara verilen isimdir.
Ayette az ve küçük günahlar müstesna tutulmuştur. Çünkü böyle günahlar, büyük günahlardan kaçınan kimseler için affedilir.
Buradaki istisna munkatıdır.[2>
رَبَّكَ وَاسِعُ الْمَغْفِرَةِ “Şüphesiz Rabbin, bağışlaması çok geniş olandır.”
Büyük günahlardan kaçınanların küçük günahlarını bağışlamakla, Rabbin çok geniş mağfiret sahibidir.Veya O, hem küçük hem de büyük günahlardan dilediğini bağışlama hakkına sahiptir.Bu ayetin evvelinde, kötülük yapanların cezası ve iyilik yapanların da mükâfatı anlatılmıştı. Peşinde bunun gelmesi
-Büyük günah işleyenlerin O’nun rahmetinden ümidini kesmemeleri,
-Ve Allah için ceza vermenin vücubunun yani zorunluluğunun tevehhüm edilmemesi içindir.
هُوَ أَعْلَمُ بِكُمْ “O, sizi en iyi bilendir.”
O, sizin hâllerinizi sizden daha iyi bilir.
إِذْ أَنشَأَكُم مِّنَ الْأَرْضِ “Hani sizi arzdan meydana getirdi.”
وَإِذْ أَنتُمْ أَجِنَّةٌ فِي بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ “Ve hani siz analarınızın karnında ceninler idiniz.”
O, sizin hâllerinizi ve işlerinizin nereden nereye çevrildiğini bilir.
Nitekim Âdemi yaratmakla sizi topraktan yaratmaya başladı. Sonra da sizleri analarınızın rahminde şekillendirdi.
فَلَا تُزَكُّوا أَنفُسَكُمْ “Öyleyse nefislerinizi temize çıkarmayın.”
Amelinizin tertemiz olduğu ve ziyadesiyle hayır yaptığınız iddiasıyla nefislerinizi medh ü sena etmeyin.
Veya günahlardan, rezil şeylerden temiz olduğunuz iddiasıyla nefislerinizi kusurdan uzak görmeyin.
هُوَ أَعْلَمُ بِمَنِ اتَّقَى “O, günahtan sakınanları en iyi bilendir.”
Çünkü O, sizi daha Âdemin sulbünden çıkarmazdan önce sizden kimin müttaki olup olmadığını bilir.
3ّ3- أَفَرَأَيْتَ الَّذِي تَوَلَّى “Şimdi gördün mü o yüz çevireni?”
Hakka uymaktan ve onda sebat etmekten yüz çevireni gördün mü?
34- وَأَعْطَى قَلِيلًا وَأَكْدَى “Azıcık verdi, sonra vermeyi kesti.”
Ayetin meâlinde geçen “sonra vermeyi kesti” ifadesi, Arabçadaki kullanımında kazı yapan birinin sert bir kayaya rastlayınca kazmak işine son vermesinde kullanılır.[3>
Sebeb-i Nüzûl
Ekser müfessirlerin beyanına göre, ayet Velid Bin Muğire hakkında inmiştir.
Velid Bin Muğire Hz. Peygambere tâbi olmuştu. Müşriklerden biri kendisini ayıplayıp “Büyüklerin dinini bıraktın ve onların dalalette olduğunu söyledin!” dedi. Velid, “Allahın azabından korkuyorum” diye cevap verdi. Müşrik, malından bir kısmını verirse ona gelecek cezayı yüklenme garantisi verdi. Bunun üzerine Velîd dinden döndü ve anlaştıkları maldan bir kısmını verdi, ama geri kalanına cimrilik yaptı.
35- أَعِندَهُ عِلْمُ الْغَيْبِ فَهُوَ يَرَى “Yanında gayb’ın ilmi var da onunla mı görüyor?”
Arkadaşının onun günahını yükleneceğini nereden biliyor?
36- أَمْ لَمْ يُنَبَّأْ بِمَا فِي صُحُفِ مُوسَى “Yoksa haber verilmedi mi Musa’nın sahifelerinde yazılı olanlar?”
37- وَإِبْرَاهِيمَ الَّذِي وَفَّى “Ve çok vefakâr olan İbrahim’in (sahifelerindekiler?)”
İbrahim, iltizam ettiği ve kendisine taraf-ı ilâhîden emredilen ne varsa hepsini yerine getirdi.
Veya Allah ile yaptığı ahde uymada hassas bir şekilde vefa gösterdi.
Hz. İbrahimle ilgili vefâ özelliğinin bu şekilde nazara verilmesi, başkasının tahammül edemeyeceği şeylere tahammül göstermesindendir. Mesela,
-Nemrudun ateşine karşı sabır gösterdi. Ateşe atıldığında Cebrail yanına gelip “bir ihtiyacın var mı?” diye sordu. “Sana ihtiyacım yok..” dedi.
-Oğlunu Allah yolunda kurban etme imtihanında muvaffak oldu.
-Her gün bir fersah mesafe kat edip misafir bulursa davet eder, bulmazsa oruca niyetlenirdi.
Ayette Hz. Musa’nın önce nazara verilmesi O’na verilen sahifeler, yani Tevrat, Arablar nezdinde daha meşhur ve daha büyük olmasındandır.
38- أَلَّا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى “Ki, hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü yüklenmez.”
Sanki “onların sahifelerinde ne var?” diye sorulmuş ve böyle cevap verilmiştir.
Ayetin manası şöyledir: Hiç kimse başkasının günahıyla cezalandırılmaz.
Bu ayet “Kim bir canı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir.” (Maide, 32) ayetiyle ve Hz. Peygamberin “Her kim kötü bir çığır açsa, hem kendi günahını yüklenir hem de kıyamet gününe kadar bununla amel edenin günahını yüklenir” hadisiyle çelişmez. Çünkü bunlar kötülüğe rehberlik yapmak ve sebebiyet vermek olduğundan yine onun günahı sayılır.[4>
39- وَأَن لَّيْسَ لِلْإِنسَانِ إِلَّا مَا سَعَى “Doğrusu insan için ancak çalıştığı vardır.”
Hiç kimse başkasının günahıyla cezalandırılmadığı gibi, onun fiiliyle de sevap kazanmaz.
“Ölen kişi adına yapılan sadaka ve hac ölüye fayda verir” şeklinde gelen rivayetler, ölü namına bunları yapmaya niyet eden kimsenin, onun nâibi (vekili) gibi olmasındandır.
40- وَأَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرَى “Ve çalışması da ilerde görülecektir.”
41- ثُمَّ يُجْزَاهُ الْجَزَاء الْأَوْفَى “Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir.”
42- وَأَنَّ إِلَى رَبِّكَ الْمُنتَهَى “Ve şüphesiz en son varış, Rabbinedir.”
Mahlukatın nihayeti ve dönüşü Rabbinedir.
43- وَأَنَّهُ هُوَ أَضْحَكَ وَأَبْكَى “Doğrusu güldüren de O, ağlatan da.”
44- وَأَنَّهُ هُوَ أَمَاتَ وَأَحْيَا “Öldüren de O, dirilten de.”
Öldürmeye ve diriltmeye O’ndan başkası güç yetiremez. Çünkü, mesela kâtil, maktulün bünyesine zarar verir. Ölüm ise o esnada âdeten Allahın yaratmasıyla meydana gelir.
45- وَأَنَّهُ خَلَقَ الزَّوْجَيْنِ الذَّكَرَ وَالْأُنثَى “Şüphesiz erkeği, dişiyi eş olarak yaratan da O’dur.”
46- مِن نُّطْفَةٍ إِذَا تُمْنَى “Atıldığı zaman bir nutfeden.”
47- وَأَنَّ عَلَيْهِ النَّشْأَةَ الْأُخْرَى “Şüphesiz tekrar diriltmek de O’na aittir.”
Va’dine vefa olarak ölümden sonraki diriltmek O’na aittir.
48- وَأَنَّهُ هُوَ أَغْنَى وَأَقْنَى “Şüphesiz zengin eden de O, sermaye verende.”
49- وَأَنَّهُ هُوَ رَبُّ الشِّعْرَى “Doğrusu Şi’râ yıldızının Rabbi O’dur.”
Şi’ra ve Ğumeysa, parlak iki yıldızın ismidir. Şi’ra, diğerinden daha parlak idi. Hz. Peygamberin ecdadından Ebu Kebşe buna ibadet etmiş ve putlara tapma hususunda Kureyşe muhalefette bulunmuştu. Bundan dolayı Hz. Peygambere “Ebu Kebşenin oğlu” diyorlardı.
Burada Cenab-ı Hakkın “Şi’ra yıldızının Rabbi” diye tahsisen anlatılması, Hz. Peygamberin müşriklere muhalefette Ebu Kebşe’ye muvafakat etmekle beraber, ibadette muhalif olduğunu hissettirmek içindir.[5>
50- وَأَنَّهُ أَهْلَكَ عَادًا الْأُولَى “Âd-ı ûlâ’yı O helak etti.”
Âd-ı Ûlâ, Âd kavminin kadîm olanlarıdır. Bunlar, Hz. Nûhun kavminden sonra helâk edilen ilk ümmetlerden olmuştur.
Denildi ki: Âd-ı Ûlâ, Hz. Hûd’un kavmidir. Âd-ı Uhrâ ise İrem halkıdır.
51- وَثَمُودَ “Ve Semûd’u da.”
فَمَا أَبْقَى “Bunlardan geriye bir şey bırakmadı.”
52- وَقَوْمَ نُوحٍ مِّن قَبْلُ “Önceden de Nûh kavmini (helak etmişti).”
Âd ve Semud’dan önce de Nûh kavmini helâk etmişti.
إِنَّهُمْ كَانُوا هُمْ أَظْلَمَ وَأَطْغَى “Gerçekten onlar daha zalim ve daha azgınlardı.”Nûh’un kavmi Âd ve Semud kavminden daha zalim ve daha taşkın idi. Çünkü Hz. Nûha eziyet ediyorlar, halkı ondan ürkütüyorlardı. Hareket edemeyecek hâle gelinceye kadar O’na vuruyorlardı.
53- وَالْمُؤْتَفِكَةَ أَهْوَى “O, “Mu’tefike”yi de kaldırıp yere çarptı.”
Bundan murat Hz. Lût’un kavminin beldeleridir. Bunların üstü altına getirilmişti. Beldeleri semaya yükseltilip aşağıya çevrilmişti.
5ّّ4- فَغَشَّاهَا مَا غَشَّى “Ve onları neler kapladı neler!”
Ayette, onlara isabet eden cezanın dehşetini ve hepsine şümulünü göstermek vardır.
55- فَبِأَيِّ آلَاء رَبِّكَ تَتَمَارَى “O halde Rabbinin hangi nimetinden kuşku duyuyorsun?”Hitap, Hz. Peygamberedir.Veya herkesedir.
Bu ayetlerde sayılanlar her ne kadar hem nimet hem de nikmet (azap) olsa da, ayette nimet cihetine dikkat çekilmiştir. Çünkü, anlatılan bu azap ayetlerinde ibret alanlar için ibretler ve öğütler vardır. Ayrıca, bu olaylar, peygamberler ve mü’minler açısından birer intikamdır.[6>
56- هَذَا نَذِيرٌ مِّنَ النُّذُرِ الْأُولَى “Bu da önceki uyarıcılardan bir uyarıcıdır.”
Yani bu Kur’an önceki devirlerde gelen uyarıcılar cinsindendir.
Veya Hz. Peygamber önceki uyarıcılar sınıfından bir uyarıcıdır.
57- أَزِفَتْ الْآزِفَةُ “Yaklaşan yaklaştı.”“Saat (kıyamet) yaklaştı.” (Kamer, 1) ayetinde de nazara verildiği üzere, vasfı anlatılan kıyamet vakti artık yaklaştı.
58- لَيْسَ لَهَا مِن دُونِ اللَّهِ كَاشِفَةٌ “Onu Allah’tan başka açacak kimse yoktur.”
Meydana geldiğinde Allah dışında hiçbir varlık, onu gidermeye muktedir olamaz. Allah da onu ibtal etmez.[7>Veya şu anda Allahtan başka kimse onu te’hir edemez.
Veya onun vaktini Allah’dan başka kimse bilemez. Çünkü O’nun dışında kimse ona muttali olamaz.
59- أَفَمِنْ هَذَا الْحَدِيثِ تَعْجَبُونَ “Şimdi siz bu sözden mi hayret ediyorsunuz?”
Siz inkâr ile bu Kur’ana mı şaşıyorsunuz?
60- وَتَضْحَكُونَ وَلَا تَبْكُونَ “Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz?”
Alay ederek gülüyor, ihmalleriniz ve taşkınlıklarınız karşısında üzüntüden ağlamıyorsunuz!
61- وَأَنتُمْ سَامِدُونَ “Ve siz kendinizce eğleniyorsunuz!”Siz işin ciddiyetinde değilsiniz.
Veya kibirlenmektesiniz. Ayetin metninde geçen “Samid” kelimesi, başını diken deve için kullanılır.Veya insanlar bu Kur’anı dinlemesinler diye şarkılarla onları oyalıyorsunuz.
6ِِ2- فَاسْجُدُوا لِلَّهِ وَاعْبُدُوا “Haydi Allah için secdeye varın ve ibadet edin.”
Batıl mabutlara değil, sadece O’na ibadet edin!
Hz. Peygamber şöyle buyurur: Her kim Necm sûresini okusa Muhammedi Mekkede tasdik ve inkâr edenler sayısınca kendisine hasene verilir.”
[1> Yani, yaratan da Odur, yöneten de O’dur. Mesela insan, kendi kalbini ve yüz trilyon hücresi içinde herhangi bir hücresindeki faaliyeti ne yaratabilir, ne de yönetebilir. En akıllı varlık bu konuda âcizse, diğerleri elbette yaratmaktan ve yönetmekten çok çok uzaktırlar.
[2>Yani, ayet “büyük günahlardan ve özellikle de bunların fahiş olanlarından kaçınırlar. Ama küçük günahlardan kaçınmazlar” şeklinde anlaşılmamalıdır. Elbette küçüklerden de kaçınırlar, ama bunlardan tümüyle kaçınabilmek çok zor olduğundan bazı küçük günahları olabilir. Bunlar da taraf-ı İlâhiden bağışlanır.
[3> Bazı insanlar da böyledir. Kolay zamanda İslâmı yaşar, ama zor güne gelince dönüverir.
[4>Yani, suçun şahsîliği esastır. Ama “sebep olan o işi yapmış gibidir” sırrıyla, başkalarının günah ve suç işlemesine rehberlik yapan, sebebiyet veren kişi aynen onların günah ve suçuna ortaktır. Böyle olunca, yine kendi günahını çekmiş olacaktır.
[5> Benzeri bir durumu “Öyleyse bu Beytin Rabbine ibadet etsinler.” (Kureyş, 3) ayetinde görürüz. İslâm, Ka’beye değil Ka’benin Rabbine ibadeti getirir. Şi’ra yıldızına değil, onun Rabbine ibadet edilmesini emreder.
[6> Böyle olunca, bunlar da birer nimettir.
[7> Çünkü, kıyameti vaat eden ve getiren zaten O’dur.
Yazar:
Prof.Dr. Şadi Eren
“Necm”den murat, yıldız cinsidir veya Süreyya yıldızıdır. Çünkü yıldız denildiğinde genelde Süreyya yıldızı hatıra gelir.
Ayette anlatılan,
-Yıldızın batması,
-Veya kıyamet gününde yıldızların saçılması,
-Veya doğmasıdır.
Veya “Necm” kelimesiyle Kur’anın bölümlerinden bir bölümü de anlaşılabilir. Bu durumda ayete,
“İndiği zaman Kur’anın bölümlerine yemin ederim” manası verilir.
Veya “Necm” kelimesi bitki anlamına da gelir. Bu durumda, bitkinin toprağa düşmesi veya neşv ü nema bulup yükselmesine yemin edilmiş olur.
2- مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى “Arkadaşınız yoldan sapmadı, batıl bir şeye inanmadı.”
Sahibiniz, (arkadaşınız) Muhammed doğru yoldan sapmadı ve batıl bir şeye de inanmadı.
Hitap, Kureyşedir.
Ayetten murat, Hz. Peygambere nisbet ettikleri menfi durumları reddetmektir.
3- وَمَا يَنطِقُ عَنِ الْهَوَى “O, hevâdan konuşmaz.”
Onun Kur’anla ilgili söylediği şeyler kendi hevâ’sından değildir.
4- إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى “O, ancak kendisine bildirilen bir vahiydir.”
O Kur’an, veya Peygamberin söyledikleri ancak Allahın kendisine bildirdiği bir vahiydir.
Hz. Peygamber için içtihad yapmayı caiz görmeyenler bu ayetle de delil getirdiler. Buna, “içtihad etmesi vahyedildiğinde, O’nun içtihadı ve dayandığı şey bir vahiy olur” şeklinde cevap verildi. Bu yorumda tam bir isabet yoktur. Çünkü o zaman bu vahiyle olur, vahiy olmaz.
5- عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى “(Kur’an’ı) ona, “şedîdü’l-kuva” (üstün güçlere
sahip olan) öğretti.”
Bundan murat Hz. Cebraildir. Çünkü Hz. Cebrail mu’cizelerin gösterilmesinde vasıtadır.
Rivayete göre O, Hz. Lût’un kavminin beldelerini yerden göğe kaldırıp, sonra tersyüz ederek aşağıya bıraktı. Ayrıca Semud kavmine bir sayha ile haykırdığında hepsi çökmüş vaziyette ölüp gittiler.
6- ذُو مِرَّةٍ “O, akıl ve görüşünde kuvvetlidir.”
O, akıl ve görüşünde kemâldedir.
فَاسْتَوَى “Derken doğruldu.”
Allahın yaratmış olduğu aslî sureti üzerine doğruldu.
Denildi ki: Hz. Peygamber dışında hiçbir peygamber O’nu aslî sureti üzere göremedi. O da iki defa gördü. Bir kere semada, bir kere de arzda.
7- وَهُوَ بِالْأُفُقِ الْأَعْلَى “O, en yüksek ufukta idi.” Zamir, Hz. Cebraile racidir.
8- ثُمَّ دَنَا “Sonra yaklaştı.”
Sonra Hz. Peygambere yaklaştı.
فَتَدَلَّى “Derken tedelli etti.”
Ayet, Hz. Cebrailin Hz. Peygamberle beraber yükselmesini (miracını) temsildir.
Denildi ki: Sonra Cebrail sema ufkundan sarktı, Hz. Peygambere yaklaştı.
Bu yoruma göre, Hz. Cebrail mahallinden ayrılmadan Hz. Peygamber yükselmiş olur, bu da O’nun kuvvetinin şiddetini anlatır. Çünkü tedellî, meyvenin sarkması tarzında bir şeye tutulu vaziyette salıverilmektir.
9- فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى “Onunla arasındaki mesafe, iki yay kadar veya daha az kaldı.”
Bundan murat, beraber olma melekesini temsildir ve duymayı zorlaştıran uzaklığın nefyi ile kendisine vahyedileni duyduğunun tahkîkidir.
Ayetteki zamir Cebraile râcidir.
Veya Hz. Peygamberle O’nun arasındaki mesafedir.
“Veya daha az...”
Veya “sizin takdirinize göre daha az” manasını ifade eder. Bunun bir benzeri “O içkide ne sersemletme vardır ne de onunla sarhoş olurlar.” (Saffat, 147) ayetidir.[1>
10- فَأَوْحَى إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى “Böylece kuluna vahyettiğini vahyetti.”
Hz. Cebrail, Allahın kulu olan Hz. Peygambere vahyettiğini vahyetti.
Ayette Hz. Peygamberin ismen açıktan söylenmemesi, malum olmasından dolayıdır.
“Vahyettiğini vahyetti” derken vahyedilen şeyin azametini bildirmek vardır.
Şöyle de mana verilebilir:
“Hz. Cebrail, Allahın kendisine vahyettiğini Hz. Peygambere vahyetti.”
Denildi ki: Cebraile ait olduğu açıklanan bütün zamirler Allaha râci’dir.
Şöyle ki:
“Şedidü’l-kuva” ifadesi, “Şüphesiz Allah rızık verendir, güçlüdür, çok kuvvetlidir.” (Zâriyât, 58) ayetinde olduğu gibi düşünülebilir.
Peygambere yaklaşması, O’nun konumunu yükseltmesiyledir. Tedellisi ise, O’nu her şeyiyle Mukaddes Zâtına cezp etmesidir.
11- مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَى “Kalp, gördüğünü yalanlamadı.”
Hz. Peygamberin kalbi, gözünün gördüğünü yalanlamadı.
Bundan murat Hz. Cebrailin sureti olabilir veya Allahu Teâlâyı görmesidir. Yani, Hz. Peygamberin gözü, kendisine hikâye edileni yalanlamadı. Çünkü kudsî işler önce kalp ile idrak edilir, sonra kalpten göze intikal eder.
Veya şöyle denilebilir: Onun kalbi, gördüğü şeyler için “ben seni bilmedim” demedi. Şayet bunu deseydi yalan söylemiş olurdu. Çünkü onu gözüyle gördüğü gibi, kalbiyle de tanımıştı.
Veya mana şöyle olabilir: Kalbiyle gördüğünü gerçekten gördü. Yani, gördüğü aldatıcı bir hayal değildi.
Şu rivayet de bu manaya delâlet eder: Hz. Peygambere “Rabbini gördün mü?” diye sual edildi. “Onu kalbimle gördüm” diye cevap verdi.
12- أَفَتُمَارُونَهُ عَلَى مَا يَرَى “Onun gördükleri hakkında şimdi siz onunla mücadele mi ediyorsunuz?”
13- وَلَقَدْ رَآهُ نَزْلَةً أُخْرَى “Andolsun onu bir başka inişte de görmüştü.”
Peygamber onu bir başka inişte de görmüştü. Bu görme de, inme ve yaklaşma şeklindeydi.
Ayette söz edilen durum, görülen (Cebrail) hakkındadır.
Denildi ki: Ayetin manası şöyle de olabilir: Peygamber O’nu bir başka defa inerken gördü.[2>
14- عِندَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهَى “Sidretü’l- Müntehâ’nın yanında.”
Sidretü’l-Münteha, mahlûkatın amel ve ilimlerinin nihayet bulduğu yerdir.
Veya Sidretü’l-münteha, fevkindekinin inmediği, altında olanın da çıkmadığı bir makamdır. Buna sidre denilmesi, bir benzetmedir. Çünkü insanlar onun gölgesinde toplanırlar.
Merfu olarak rivayet edildiğine göre, sidretü’l-münteha yedinci semadadır.
15- عِندَهَا جَنَّةُ الْمَأْوَى “Cennetü’l- Me’vâ onun yanındadır.”
Müttakiler veya şehitlerin ruhları bu cennette bulunurlar.
16- إِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشَى “O zaman Sidre’yi bürüyen bürümüştü.”
Bu ifadede, Sidreyi bürüyen şeyin azameti ve çokluğu nazara verilmektedir. Öyle ki bunu tavsîf edebilmek, ifade edebilmek, künhüne vakıf olabilmek mümkün değildir.
Denildi ki: Sidreyi bürüyenler, sayısı bilinemeyecek kadar çok meleklerdi. Orada Allaha ibadet ediyorlardı.
17- مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى “Göz şaşmadı ve sınırı aşmadı.”
Hz. Peygamberin gözü, gördüğü şeylerden kaymadı ve gördüklerinden kamaşmadı.
Bilakis sahih olarak yakînî bir şekilde bunları kabullendi.
Veya şöyle denilebilir:
Görmekle emrolunduğu hayret verici şeylerden gözü sapmadı ve onları aşmadı.
18- لَقَدْ رَأَى مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى “Andolsun O, Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.” Vallahi O, mi’raç gecesinde Rabbinin mülk ve melekut âlemlerindeki hayret verici nice büyük ayetlerini gördü.
Denildi ki: Bu ayet, “kalp gördüğünü yalanlamadı” (Necm,11) ayetinde kastedileni anlatmaktadır.
1ّ9- أَفَرَأَيْتُمُ اللَّاتَ وَالْعُزَّى “Şimdi siz de gördünüz değil mi o Lât ve Uzza’yı?”
Bunlar, onların putlarıydı. Lât, Taifte Sakif kabilesinin veya Nahle’de Kureyş kabilesinin putu idi. Bunun etrafında tavaf yaparlardı.
Uzza, Gatafanlıların ağaçtan putu idi, ona taparlardı. Hz. Peygamber Halid Bin Velid’i görevli olarak gönderdi, o da bu putu parça parça etti. Uzza, eazz (çok aziz) kelimesinin müennes şeklidir.
20- وَمَنَاةَ الثَّالِثَةَ الْأُخْرَى “Ve diğer üçüncü olan Menat’ı?”
Menât, Hüzeyl ve Huzaa veya Sakîf kabilesinin kayadan yapılmış putu idi. Kurbanlarını bu putun yanında keserlerdi. Ayrıca, bunu şefaatçi yaparak yağmur talebinde bulunurlardı.
21- أَلَكُمُ الذَّكَرُ وَلَهُ الْأُنثَى “Erkek size de, dişi O’na mı?”
Onlar “melekler Allahın kızlarıdır” diyorlardı. Ayet, onların bu iftiralarını reddeder.
Putları da, meleklerin heykelleri olarak değerlendiriyorlardı.
22- تِلْكَ إِذًا قِسْمَةٌ ضِيزَى “Öyle ise bu çok insafsızca bir taksim.”
Kendi istemediğinizi Allaha vermekle insafsızca bir taksim yapıyorsunuz.
23- إِنْ هِيَ إِلَّا أَسْمَاء سَمَّيْتُمُوهَا أَنتُمْ وَآبَاؤُكُم “Onlar ancak sizin ve atalarınızın (ilâh edindiğiniz şeylere) taktığınız isimlerdir.”
O putlar, uluhiyet noktasında kendilerine “ilâh” ünvanı verdiğiniz bir
kısım isimlerden ibarettir. Çünkü, onlarda uluhiyetten hiçbir pay olmadığı hâlde “bunlar ilahlardır” diyorlardı.
Veya zamir, bu putların sıfatlarıyla ilgili olabilir. Yani “ilahtırlar, dişidirler, bize şefaatçidirler” gibi sıfatlarla bunları yad ediyorsunuz.
Veya ayet biraz önce bahsi geçen Lât-Uzza ve Menat’ın durumunu anlatmaktadır. Çünkü onlar Lât’ı ibadet edilmeye layık görüyorlardı. Menat’ta kestikleri kurbanların kendilerini Allaha yaklaştıracağına inanıyorlardı.
Bunlar gerçekte ilâh olmadıkları hâlde, siz ve ecdadınız kendi hevânızdan bunlara “ilahlar” dediniz.
مَّا أَنزَلَ اللَّهُ بِهَا مِن سُلْطَانٍ “Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir.”
Allah, bunların ilah olmalarıyla alâkalı herhangi bir delil indirmedi.
إِن يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَمَا تَهْوَى الْأَنفُسُ “Onlar (putperestler) yalnız zanna ve nefislerin hevâsına tâbi oluyorlar.”Onlar ancak taklid ile ve batıl bir tevehhüm ile kendilerini hak üzere zannediyorlar.Bir de nefislerinin arzusuna uyarak böyle söylüyorlar.
وَلَقَدْ جَاءهُم مِّن رَّبِّهِمُ الْهُدَى “Andolsun ki, kendilerine Rablerinden yol gösterici gelmiştir.”
Hâlbuki onların Rabbinden kendilerine bir hidayet, yani peygamber veya kitap gelmişti, ama onu terk ettiler.
2ّ4- أَمْ لِلْإِنسَانِ مَا تَمَنَّى “Yoksa insan için temenni ettiği mi var?”
Yani, insan için temenni ettiği yoktur. Temenni ettikleri şeyler, arzularına göre olmaz.
Bundan murat, onların
-Putları şefaatçi görmelerini,
-“Andolsun, Rabbime döndürülürsem, şüphesiz O’nun yanında benim için en güzeli vardır.” (Fussılet, 50) ve “Bu Kur’an, iki şehrin birinden bir büyük adama indirilseydi ya!” (Zuhruf, 31) gibi beklentilerini reddetmektir.
2ّ5- فَلِلَّهِ الْآخِرَةُ وَالْأُولَى “Oysa, ahiret de dünya da Allah’ındır.”
Dünya ve ahiretten dilediğini, dilediği kimseye verir. Hiç kimsenin dünya veya ahiretle ilgili bir şeyde Allaha –haşa- tahakküm etmesi söz konusu olamaz.
26- وَكَم مِّن مَّلَكٍ فِي السَّمَاوَاتِ لَا تُغْنِي شَفَاعَتُهُمْ شَيْئًا “Göklerde nice melek vardır ki, onların şefaati bir fayda vermez.”
إِلَّا مِن بَعْدِ أَن يَأْذَنَ اللَّهُ لِمَن يَشَاء وَيَرْضَى “Ancak Allah’ın dilediği ve razı olduğuna izin vermesinden sonra (fayda verir).”
Allahın izin verdiği ve şefaate ehil gördüğü melekler dışında, hiçbir melek hiçbir insana şefaatçi olamaz. Dolayısı ile, melekler bile ancak özel izin ve rıza ile şefaatçi olabilirken, putlar kendilerine ibadet edenlere nasıl şefaatçi olsunlar?
27- إِنَّ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ لَيُسَمُّونَ الْمَلَائِكَةَ تَسْمِيَةَ الْأُنثَى “Şüphesiz ahirete iman etmeyenler, meleklere dişi isimleri veriyorlar.”
28- وَمَا لَهُم بِهِ مِنْ عِلْمٍ “Hâlbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur.”
إِن يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ “Onlar ancak zanna uyuyorlar.”
وَإِنَّ الظَّنَّ لَا يُغْنِي مِنَ الْحَقِّ شَيْئًا “Zan ise, şüphesiz hakikat namına hiçbir şey ifade etmez.”
Çünkü bir şeyin hakikati olan hak, ancak ilimle idrak edilir. Gerçek bilgide zanna asla itibar edilmez. Zanna sadece amelî (uygulamalı) hususlarda ve gerçek bilgiye ulaşmaya vesile olduğunda itibar edilir.
29- فَأَعْرِضْ عَن مَّن تَوَلَّى عَن ذِكْرِنَا وَلَمْ يُرِدْ إِلَّا الْحَيَاةَ الدُّنْيَا “Öyle ise zikrimizden yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimselerden yüz çevir.”
Böylesini hakka davetten ve kendisiyle ilgilenmekten yüz çevir.
Çünkü:
-Allahtan gafil olan,
-Onu anmaktan yüz çeviren,
-Bütün himmeti ve imkânlarıyla dünyaya yönelen kimseyi hakka davet etmek, ancak inadını ve batılda ısrarını artırır.
30- ذَلِكَ مَبْلَغُهُم مِّنَ الْعِلْمِ “İşte bu, onların ilimden ulaşabildikleridir!”
Onların ilmi, dünyadan ileri gitmez.
Bu cümle, onların her şeyleriyle dünyaya daldıklarını bildiren bir ara cümledir.
إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَن ضَلَّ عَن سَبِيلِهِ “Şüphesiz Rabbin, yolundan sapanı en iyi bilendir.”
وَهُوَ أَعْلَمُ بِمَنِ اهْتَدَى “Ve O, hidayete ereni de en iyi bilendir.”
Onlardan yüz çevirmekle ilgili emrin illetini bildirir. Yani, icabet edecek olanı ve icabet etmeyecek olanı ancak Allah bilir. Öyleyse onları davette kendini yorma. Çünkü Sana düşen ancak tebliğdir, zâten onu da ifa ettin.
[1>Yani, buradaki “veya” ifadesi tereddüt için olmayıp “isterseniz siz buna yüz bin deyin, isterseniz de daha fazlasını söyleyin” anlamındadır. Benzeri bir durum “iki yay kadar, yahut daha az” ifadesinde vardır.
[2> Yani, mi’raç dönüşünde gördü. Cebrail aşağıda, peygamber yukarıda idi.
3ِِ1- وَلِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır.”
Göklerde ve yerde ne varsa, yaratma ve yönetme olarak Allaha aittir.[1>
لِيَجْزِيَ الَّذِينَ أَسَاؤُوا بِمَا عَمِلُوا وَيَجْزِيَ الَّذِينَ أَحْسَنُوا بِالْحُسْنَى “O, kötülük yapanları yaptıkları ile cezalandıracak, güzel davrananları da en güzeliyle mükafatlandıracaktır.”
Yani Allah âlemi yarattı, onu insanların amellerinin karşılığının verileceği şekilde tanzim etti.
“Güzel davrananları da en güzeliyle mükâfatlandırması”ndan murat,
-Onların cennetle mükafatlandırılmalarıdır.
-Veya amellerinin en güzeliyle karşılık görmeleridir.
-Veya en güzel amelleri sebebiyle ödüllendirilmeleridir.
32- الَّذِينَ يَجْتَنِبُونَ كَبَائِرَ الْإِثْمِ وَالْفَوَاحِشَ إِلَّا اللَّمَمَ إِنَّ “Onlar, ufak kusurları dışında, büyük günahlardan ve çirkin işlerden uzak duran kimselerdir.”
Onlar, cezası büyük olan kebaîrden (büyük günahlardan) kaçınırlar.
Kebâir, kendisi hakkında vaîd (sakındırma) bulunan günahlara verilen isimdir.
Denildi ki: Kebâir, kendisine had cezası terettüp eden günahlara denilir.
Fevahiş ise, büyük günahlardan özellikle çirkin olanlara verilen isimdir.
Ayette az ve küçük günahlar müstesna tutulmuştur. Çünkü böyle günahlar, büyük günahlardan kaçınan kimseler için affedilir.
Buradaki istisna munkatıdır.[2>
رَبَّكَ وَاسِعُ الْمَغْفِرَةِ “Şüphesiz Rabbin, bağışlaması çok geniş olandır.”
Büyük günahlardan kaçınanların küçük günahlarını bağışlamakla, Rabbin çok geniş mağfiret sahibidir.Veya O, hem küçük hem de büyük günahlardan dilediğini bağışlama hakkına sahiptir.Bu ayetin evvelinde, kötülük yapanların cezası ve iyilik yapanların da mükâfatı anlatılmıştı. Peşinde bunun gelmesi
-Büyük günah işleyenlerin O’nun rahmetinden ümidini kesmemeleri,
-Ve Allah için ceza vermenin vücubunun yani zorunluluğunun tevehhüm edilmemesi içindir.
هُوَ أَعْلَمُ بِكُمْ “O, sizi en iyi bilendir.”
O, sizin hâllerinizi sizden daha iyi bilir.
إِذْ أَنشَأَكُم مِّنَ الْأَرْضِ “Hani sizi arzdan meydana getirdi.”
وَإِذْ أَنتُمْ أَجِنَّةٌ فِي بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ “Ve hani siz analarınızın karnında ceninler idiniz.”
O, sizin hâllerinizi ve işlerinizin nereden nereye çevrildiğini bilir.
Nitekim Âdemi yaratmakla sizi topraktan yaratmaya başladı. Sonra da sizleri analarınızın rahminde şekillendirdi.
فَلَا تُزَكُّوا أَنفُسَكُمْ “Öyleyse nefislerinizi temize çıkarmayın.”
Amelinizin tertemiz olduğu ve ziyadesiyle hayır yaptığınız iddiasıyla nefislerinizi medh ü sena etmeyin.
Veya günahlardan, rezil şeylerden temiz olduğunuz iddiasıyla nefislerinizi kusurdan uzak görmeyin.
هُوَ أَعْلَمُ بِمَنِ اتَّقَى “O, günahtan sakınanları en iyi bilendir.”
Çünkü O, sizi daha Âdemin sulbünden çıkarmazdan önce sizden kimin müttaki olup olmadığını bilir.
3ّ3- أَفَرَأَيْتَ الَّذِي تَوَلَّى “Şimdi gördün mü o yüz çevireni?”
Hakka uymaktan ve onda sebat etmekten yüz çevireni gördün mü?
34- وَأَعْطَى قَلِيلًا وَأَكْدَى “Azıcık verdi, sonra vermeyi kesti.”
Ayetin meâlinde geçen “sonra vermeyi kesti” ifadesi, Arabçadaki kullanımında kazı yapan birinin sert bir kayaya rastlayınca kazmak işine son vermesinde kullanılır.[3>
Sebeb-i Nüzûl
Ekser müfessirlerin beyanına göre, ayet Velid Bin Muğire hakkında inmiştir.
Velid Bin Muğire Hz. Peygambere tâbi olmuştu. Müşriklerden biri kendisini ayıplayıp “Büyüklerin dinini bıraktın ve onların dalalette olduğunu söyledin!” dedi. Velid, “Allahın azabından korkuyorum” diye cevap verdi. Müşrik, malından bir kısmını verirse ona gelecek cezayı yüklenme garantisi verdi. Bunun üzerine Velîd dinden döndü ve anlaştıkları maldan bir kısmını verdi, ama geri kalanına cimrilik yaptı.
35- أَعِندَهُ عِلْمُ الْغَيْبِ فَهُوَ يَرَى “Yanında gayb’ın ilmi var da onunla mı görüyor?”
Arkadaşının onun günahını yükleneceğini nereden biliyor?
36- أَمْ لَمْ يُنَبَّأْ بِمَا فِي صُحُفِ مُوسَى “Yoksa haber verilmedi mi Musa’nın sahifelerinde yazılı olanlar?”
37- وَإِبْرَاهِيمَ الَّذِي وَفَّى “Ve çok vefakâr olan İbrahim’in (sahifelerindekiler?)”
İbrahim, iltizam ettiği ve kendisine taraf-ı ilâhîden emredilen ne varsa hepsini yerine getirdi.
Veya Allah ile yaptığı ahde uymada hassas bir şekilde vefa gösterdi.
Hz. İbrahimle ilgili vefâ özelliğinin bu şekilde nazara verilmesi, başkasının tahammül edemeyeceği şeylere tahammül göstermesindendir. Mesela,
-Nemrudun ateşine karşı sabır gösterdi. Ateşe atıldığında Cebrail yanına gelip “bir ihtiyacın var mı?” diye sordu. “Sana ihtiyacım yok..” dedi.
-Oğlunu Allah yolunda kurban etme imtihanında muvaffak oldu.
-Her gün bir fersah mesafe kat edip misafir bulursa davet eder, bulmazsa oruca niyetlenirdi.
Ayette Hz. Musa’nın önce nazara verilmesi O’na verilen sahifeler, yani Tevrat, Arablar nezdinde daha meşhur ve daha büyük olmasındandır.
38- أَلَّا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى “Ki, hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü yüklenmez.”
Sanki “onların sahifelerinde ne var?” diye sorulmuş ve böyle cevap verilmiştir.
Ayetin manası şöyledir: Hiç kimse başkasının günahıyla cezalandırılmaz.
Bu ayet “Kim bir canı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir.” (Maide, 32) ayetiyle ve Hz. Peygamberin “Her kim kötü bir çığır açsa, hem kendi günahını yüklenir hem de kıyamet gününe kadar bununla amel edenin günahını yüklenir” hadisiyle çelişmez. Çünkü bunlar kötülüğe rehberlik yapmak ve sebebiyet vermek olduğundan yine onun günahı sayılır.[4>
39- وَأَن لَّيْسَ لِلْإِنسَانِ إِلَّا مَا سَعَى “Doğrusu insan için ancak çalıştığı vardır.”
Hiç kimse başkasının günahıyla cezalandırılmadığı gibi, onun fiiliyle de sevap kazanmaz.
“Ölen kişi adına yapılan sadaka ve hac ölüye fayda verir” şeklinde gelen rivayetler, ölü namına bunları yapmaya niyet eden kimsenin, onun nâibi (vekili) gibi olmasındandır.
40- وَأَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرَى “Ve çalışması da ilerde görülecektir.”
41- ثُمَّ يُجْزَاهُ الْجَزَاء الْأَوْفَى “Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir.”
42- وَأَنَّ إِلَى رَبِّكَ الْمُنتَهَى “Ve şüphesiz en son varış, Rabbinedir.”
Mahlukatın nihayeti ve dönüşü Rabbinedir.
43- وَأَنَّهُ هُوَ أَضْحَكَ وَأَبْكَى “Doğrusu güldüren de O, ağlatan da.”
44- وَأَنَّهُ هُوَ أَمَاتَ وَأَحْيَا “Öldüren de O, dirilten de.”
Öldürmeye ve diriltmeye O’ndan başkası güç yetiremez. Çünkü, mesela kâtil, maktulün bünyesine zarar verir. Ölüm ise o esnada âdeten Allahın yaratmasıyla meydana gelir.
45- وَأَنَّهُ خَلَقَ الزَّوْجَيْنِ الذَّكَرَ وَالْأُنثَى “Şüphesiz erkeği, dişiyi eş olarak yaratan da O’dur.”
46- مِن نُّطْفَةٍ إِذَا تُمْنَى “Atıldığı zaman bir nutfeden.”
47- وَأَنَّ عَلَيْهِ النَّشْأَةَ الْأُخْرَى “Şüphesiz tekrar diriltmek de O’na aittir.”
Va’dine vefa olarak ölümden sonraki diriltmek O’na aittir.
48- وَأَنَّهُ هُوَ أَغْنَى وَأَقْنَى “Şüphesiz zengin eden de O, sermaye verende.”
49- وَأَنَّهُ هُوَ رَبُّ الشِّعْرَى “Doğrusu Şi’râ yıldızının Rabbi O’dur.”
Şi’ra ve Ğumeysa, parlak iki yıldızın ismidir. Şi’ra, diğerinden daha parlak idi. Hz. Peygamberin ecdadından Ebu Kebşe buna ibadet etmiş ve putlara tapma hususunda Kureyşe muhalefette bulunmuştu. Bundan dolayı Hz. Peygambere “Ebu Kebşenin oğlu” diyorlardı.
Burada Cenab-ı Hakkın “Şi’ra yıldızının Rabbi” diye tahsisen anlatılması, Hz. Peygamberin müşriklere muhalefette Ebu Kebşe’ye muvafakat etmekle beraber, ibadette muhalif olduğunu hissettirmek içindir.[5>
50- وَأَنَّهُ أَهْلَكَ عَادًا الْأُولَى “Âd-ı ûlâ’yı O helak etti.”
Âd-ı Ûlâ, Âd kavminin kadîm olanlarıdır. Bunlar, Hz. Nûhun kavminden sonra helâk edilen ilk ümmetlerden olmuştur.
Denildi ki: Âd-ı Ûlâ, Hz. Hûd’un kavmidir. Âd-ı Uhrâ ise İrem halkıdır.
51- وَثَمُودَ “Ve Semûd’u da.”
فَمَا أَبْقَى “Bunlardan geriye bir şey bırakmadı.”
52- وَقَوْمَ نُوحٍ مِّن قَبْلُ “Önceden de Nûh kavmini (helak etmişti).”
Âd ve Semud’dan önce de Nûh kavmini helâk etmişti.
إِنَّهُمْ كَانُوا هُمْ أَظْلَمَ وَأَطْغَى “Gerçekten onlar daha zalim ve daha azgınlardı.”Nûh’un kavmi Âd ve Semud kavminden daha zalim ve daha taşkın idi. Çünkü Hz. Nûha eziyet ediyorlar, halkı ondan ürkütüyorlardı. Hareket edemeyecek hâle gelinceye kadar O’na vuruyorlardı.
53- وَالْمُؤْتَفِكَةَ أَهْوَى “O, “Mu’tefike”yi de kaldırıp yere çarptı.”
Bundan murat Hz. Lût’un kavminin beldeleridir. Bunların üstü altına getirilmişti. Beldeleri semaya yükseltilip aşağıya çevrilmişti.
5ّّ4- فَغَشَّاهَا مَا غَشَّى “Ve onları neler kapladı neler!”
Ayette, onlara isabet eden cezanın dehşetini ve hepsine şümulünü göstermek vardır.
55- فَبِأَيِّ آلَاء رَبِّكَ تَتَمَارَى “O halde Rabbinin hangi nimetinden kuşku duyuyorsun?”Hitap, Hz. Peygamberedir.Veya herkesedir.
Bu ayetlerde sayılanlar her ne kadar hem nimet hem de nikmet (azap) olsa da, ayette nimet cihetine dikkat çekilmiştir. Çünkü, anlatılan bu azap ayetlerinde ibret alanlar için ibretler ve öğütler vardır. Ayrıca, bu olaylar, peygamberler ve mü’minler açısından birer intikamdır.[6>
56- هَذَا نَذِيرٌ مِّنَ النُّذُرِ الْأُولَى “Bu da önceki uyarıcılardan bir uyarıcıdır.”
Yani bu Kur’an önceki devirlerde gelen uyarıcılar cinsindendir.
Veya Hz. Peygamber önceki uyarıcılar sınıfından bir uyarıcıdır.
57- أَزِفَتْ الْآزِفَةُ “Yaklaşan yaklaştı.”“Saat (kıyamet) yaklaştı.” (Kamer, 1) ayetinde de nazara verildiği üzere, vasfı anlatılan kıyamet vakti artık yaklaştı.
58- لَيْسَ لَهَا مِن دُونِ اللَّهِ كَاشِفَةٌ “Onu Allah’tan başka açacak kimse yoktur.”
Meydana geldiğinde Allah dışında hiçbir varlık, onu gidermeye muktedir olamaz. Allah da onu ibtal etmez.[7>Veya şu anda Allahtan başka kimse onu te’hir edemez.
Veya onun vaktini Allah’dan başka kimse bilemez. Çünkü O’nun dışında kimse ona muttali olamaz.
59- أَفَمِنْ هَذَا الْحَدِيثِ تَعْجَبُونَ “Şimdi siz bu sözden mi hayret ediyorsunuz?”
Siz inkâr ile bu Kur’ana mı şaşıyorsunuz?
60- وَتَضْحَكُونَ وَلَا تَبْكُونَ “Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz?”
Alay ederek gülüyor, ihmalleriniz ve taşkınlıklarınız karşısında üzüntüden ağlamıyorsunuz!
61- وَأَنتُمْ سَامِدُونَ “Ve siz kendinizce eğleniyorsunuz!”Siz işin ciddiyetinde değilsiniz.
Veya kibirlenmektesiniz. Ayetin metninde geçen “Samid” kelimesi, başını diken deve için kullanılır.Veya insanlar bu Kur’anı dinlemesinler diye şarkılarla onları oyalıyorsunuz.
6ِِ2- فَاسْجُدُوا لِلَّهِ وَاعْبُدُوا “Haydi Allah için secdeye varın ve ibadet edin.”
Batıl mabutlara değil, sadece O’na ibadet edin!
Hz. Peygamber şöyle buyurur: Her kim Necm sûresini okusa Muhammedi Mekkede tasdik ve inkâr edenler sayısınca kendisine hasene verilir.”
[1> Yani, yaratan da Odur, yöneten de O’dur. Mesela insan, kendi kalbini ve yüz trilyon hücresi içinde herhangi bir hücresindeki faaliyeti ne yaratabilir, ne de yönetebilir. En akıllı varlık bu konuda âcizse, diğerleri elbette yaratmaktan ve yönetmekten çok çok uzaktırlar.
[2>Yani, ayet “büyük günahlardan ve özellikle de bunların fahiş olanlarından kaçınırlar. Ama küçük günahlardan kaçınmazlar” şeklinde anlaşılmamalıdır. Elbette küçüklerden de kaçınırlar, ama bunlardan tümüyle kaçınabilmek çok zor olduğundan bazı küçük günahları olabilir. Bunlar da taraf-ı İlâhiden bağışlanır.
[3> Bazı insanlar da böyledir. Kolay zamanda İslâmı yaşar, ama zor güne gelince dönüverir.
[4>Yani, suçun şahsîliği esastır. Ama “sebep olan o işi yapmış gibidir” sırrıyla, başkalarının günah ve suç işlemesine rehberlik yapan, sebebiyet veren kişi aynen onların günah ve suçuna ortaktır. Böyle olunca, yine kendi günahını çekmiş olacaktır.
[5> Benzeri bir durumu “Öyleyse bu Beytin Rabbine ibadet etsinler.” (Kureyş, 3) ayetinde görürüz. İslâm, Ka’beye değil Ka’benin Rabbine ibadeti getirir. Şi’ra yıldızına değil, onun Rabbine ibadet edilmesini emreder.
[6> Böyle olunca, bunlar da birer nimettir.
[7> Çünkü, kıyameti vaat eden ve getiren zaten O’dur.
Yazar:
Prof.Dr. Şadi Eren